Her yil milyonlarca insanin ziyaret ettigi müzelerin galerileri, yalnizca büyük sanat eserlerinin hikayelerini barindirmaz. Orada ruhundaki yaralari iyilestirmek isteyen, kaybettigi mutlulugun tesellisini sanatta arayan binlerce insanin anilari da saklidir.
Agabeyini kanserden kaybeden ve kendisini, günlük hayatin dünyevi patirtilarindan kacacagi bir yer ararken bulan Patrick Bringley, The New Yorkerdaki prestijli kariyerini bir kenara birakip Metropolitan Sanat Müzesinde bekcilik yapmaya baslar. Müzeye girdiginde bir hayaletten farksiz, sessiz ve neredeyse görünmez olan Bringley; sanat eserlerinin, sanatcilarin, bekcilerin gölgede kalan zarif ve coskulu dünyasinda cok gecmeden kendi sesini ve hayattaki yerini kesfedecektir. Müzeye sanatcilardan, müzisyenlerden, emekci mavi yakalilardan, göcmenlerden, muzip ziyaretcilerden ve hayalperestlerden meydana gelen muhtesem bir mozaik hakimdir. Is arkadaslari ve sanatla arasindaki bag güclendikce bu kücük dünyanin duvarlari icinde kalabilmenin ne büyük bir sans oldugunu fark edecektir. Bringley icin müzeler artik yalnizca bir ziyaret mekani degil; ayni zamanda yas tutulan, düsünülen ve ruhu sagaltan yerlerdir.